Kişiler

“Bilen biliyor zaten, ille de onur diyorsan bu onur bize yeter”

 

Onu çok sık böyle hatırlıyorum: Mutfaktaki küçük köşesine oturmuş, elinden hiç düşürmediği sigarası, kahvesi, hiç bitmeyen öyküleri, arkada mutlaka arada “kısa dalgadan” haberler alınması gereken radyosu.

Evet, hele radyosu.

Sadece alınacak haberlerin aracı değildi, aynı zamanda da dünyaya açılan pencereydi!

Bu pencereden dünyadan bize doğru süzülenler olduğu gibi, bizim taraftan dünyaya giden bilgi ve haberler de vardı.

Budapeşte Radyosunun Türkçe Yayınlarını efsane yapanlardan biri Yılmaz Gülen! Burada kullandığı adla Atilla ağabeyimiz.

Bir kere sormuştum, neden bu ismi kullanıyorsun diye.

“Macarlar için bellenmesi söylenmesi zor Yılmaz’ın” demişti.  “Bıktım harfleri kodlamaktan. Macarlar “ı” harfini söyleyemiyor. “Yilmaz” diyorlar”.

Kahvesinden bir yudum alıp,  sigarasından bir fırt çektikten sonra da “Aman sen de, sonuçta Atilla adı bizde de var, ve Yılmaz Atilla da hiç fena değil” diye gülmüştü.

Gülerdi hep, soyadı gibi.

Ama sürekli gülen, hayata hep “dalgaya alınması gereken bir şey” gibi bakan yüzünün gerisinde çok ciddi, çok mükemmelci ve çok ayrıntıcı bir kişilik yatardı.

Mühendisti çünkü.

Mesleği değil, ama özü öyleydi.

Bana kalırsa öyle de doğmuştu.

Teknik ve mekanik ayrıntıların ustasıydı.

Bozulan makinelerin, saatlerin kurtarıcısı

Hemen alet edevatını çıkaran, hiç düzelmeyecekmiş gibi dağılmış duran şeyi (artık her neyse) bir anda toplayıveren usta!

Hayatı anlamakla anlatmakla geçti.

Budapeşte radyosundan, ellili yılların ortalarından beri haber ve yorumlarıyla Türkiye’de kuşakların aydınlanmasına hiç bilinmeyen ama önemi hiç de azımsanmayacak katkılar yaptı.

Üniversite yıllarımda Budapeşte radyosunda da çalışmıştım. Radyonun önemini o zaman kavramıştım.

Radyoya her ay gelen binlerce mektuptan, Kars’taki çobanlardan, İstanbul’daki öğretim üyelerine kadar Türkiye’nin her yöresinden dinleyicisi olduğu belliydi.

Radyo hele 1980 sonrası Türkiye’deki baskı döneminde bir ümit bir bilgi kapısıydı.

Ama sadece bu değil.

Seksenli yıllardı.

Bir gün beni arşive çağırdı.

Yan yana sıralanmış duran büyük makaralı bantların yanına gittik.

Rafları gösterdi. Sıra sıra kutular, bantlar…

“Bak” dedi “şunları görüyor musun. Bunlar Nazım ağabeyin kasetleri. Kendi sesinden şiirleri, makaleleri, onunla yapılmış röportajlar”.

Onun Nazım ağabeyi, bizim yere göğe koymadığımız Nazim Hikmet’imizdi.

Gördüğüm hazineye inanamamıştım!

Günler boyu bantları dinlemiş, haftalarca da etkisinden çıkamamıştım.

Nazım Hikmet oradaydı. Kendi sesiyle şiirler okuyor, düşüncelerini söylüyordu.

Nazım’ın anlattıkları ( ki kasetler ellili yıllardandı) , seksenli yıllarda bizim içinde bulunduğumuz “sol çizgiyle” karşılaştırıldığında bile daha ulusal, daha özgülükçü idi.

Şaşırmış ve nedenini bulmaya çalışmıştım.

Daha sonra sosyalist ülkelerde ortaya çıkan değişim sürecini anlamamı kolaylaştırmıştı bu.

Bu kasetler ağırlıklı olarak Yılmaz Gülen Ve Gün Benderli tarafından hazırlanmıştı. Ama yanlış hatırlamıyorsam bir kısmında Necil Togay’ın da katkısı olmuştu.

Bu kasetlerin kaderi Yılmaz Gülen’in ve Gün Benderli’nin ne kadar alçakgönüllü olduğunun da bir kanıtıdır.

Bu arşiv, yani Türkiye’nin çok önemli bir tarihsel şahsiyetinin kendi sesinden kayıtlarını içeren bu büyük hazine bugün Hollanda Kraliyet Tarih Arşivinde.

Ve you tube vb yardımıyla Türkiye’de de elden ele, kulaktan kulağa yayılıyor.

Ama kimse bu çok önemli arşivin kimler tarafından hazırlandığını, kimlerin elinin gözünün nuru olduğunu bilmiyor.

Bunu da konuşmuştum onunla bir defa. “Neden bırakıyorsunuz böyle. Bu sizlerin yaptığı bir çalışma! Bir karşılığı olmalı! Bu onur size ait ve bu bilinmeli” demiştim.

Dikkatle dinlemişti.

Sonra da “Aman boş ver be Tarık demişti”  gülerek “o bizim zaten! Biz yaptık, biz konuştuk Nazim abiyle, biz kayda aldık, biz yayınladık. Biz biliyoruz, işte sen de biliyorsun, bilen biliyor zaten, ille de onur diyorsan bu onur bize yeter”.

Yaşadığı gibi sessizce ve alçakgönüllülükle ayrıldı aramızdan, yıllarca önce.

Patırtı gürültü yapmadan.

Alkış ve veda törenleri beklemeden.

Bugün doğum günü.

Ve işte hep hatırlanıyor, önemli olan da bu değil mi?

 

Tarık Demirkan

14.04.2017

 

 

 

 

One thought on ““Bilen biliyor zaten, ille de onur diyorsan bu onur bize yeter”

  1. Bu tevazu simgesi kahramanlar olmasaydı ne kadar az şey kalırdı bize.Gün Ablanın kitabından öğrenmiştim Yılmaz Gülen’in adını ve hikayesini.Sende yazdın ve not düştün bu tarihe.Eline sağlık kardeşim.

    Beğen

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s