Kişiler

Ben Ahmet Kaçmaz’ı üç kere tanıdım!

İlk olarak, daha yeni yetme üniversite öğrencisiyken, sabahlara kadar kesif sigara dumanları arasında süren tartışmalar ve yol arayışları arasında TSİP adı anıldığında…

Tamam, bizden eski kuşaklardan isimlerini bildiklerimiz, hatta bir bayrak gibi taşıdıklarımız vardı elbette. Ama bu yeni kurulan partinin başkanının adını hiç duymamıştım. Saygıyla andıklarımız, mücadelelerini yere göğe koyamadıklarımız, neredeyse kutsallaştırdıklarımız arasında Ahmet Kaçmaz yoktu!

Kimdir bu Ahmet Kaçmaz diye sorduğumu ve çevremdeki biraz kıdemli diğer yeni yetmelerden tatmin edici ciddi bir yanıt alamadığımı hatırlıyorum.

Ancak Türkiye Sosyalist İşçi Partisinin başkanı Ahmet Kaçmaz’dan çok partinin kendisinin yarattığı yeni atmosferdi bizi çeken. “Sosyalist” tanımlamasını cesaretle üstlenen bir partinin yanında seve seve yer alırdık!

Benim kuşağımın üniversiteye başladığı 1974 sonrası yılların gençliğini meşgul eden bitmez tükenmez tartışmaları hatırlıyorum:

 “Sosyalist devrim mi? Ulusal Demokratik devrim mi?”

“Kesintili mi, kesintisiz mi?”

“Şehirlerden mi? Kırlardan mı?

“Köylüler mi? İşçiler mi?”

 TSİP’in kurulması tüm bu tartışmaların aslında bir kenara itilmesi anlamına geliyordu.

Öyle ya! Eğer artık ortada yasal bir parti varsa, yapılacak tonlarca işin hayata geçirileceği bir omurga da ortaya çıkmış oluyordu. Artık işbaşı vaktiydi!

TSİP ile birlikte her şey daha kolay, elle tutulur hale gelmişti.

Ahmet Kaçmaz ve arkadaşlarının “dahice”  hayata geçirdikleri işte buydu!

Yola çıkma vakti gelmişti, tartışmalar bitebilir, gemiler demir alabilir, gençliğimizin fitili ateşlenmiş enerjisi var olabileceği koşulları hayatın içinde kendi gücüyle yaratabilirdi!

Artık her şey bize bağlıydı.

Kim engel olabilirdi bize?

En azından o yıllarda biz böyle düşürüyorduk.

Sonrasındaki birkaç yıl ayrılmalarla, birleşmelerle, kavgalarla devam eden, hafızalara sığmayan ama unutulması da mümkün olmayan fırtınalı yıllardı!

1980 darbesi,  yeni bir dünya kurma idealiyle yola çıkan 68 ve 78 kuşağını silip attığında ben yurtdışındaydım!

İnsanlar perişan olmuştu! Ülkede kalanların ya da yurtdışına gidenlerin başlarına gelenler elbette farklıydı, ama her iki kesim de acılardan payını tam aldı.

Ancak çekilen bireysel acılardan çok, ruhsal çöküntüydü felaketin asıl boyutunu belirleyen!

Tartışmalar, suçlamalar, sadakat-ihanet denkleminde ortalığa saçılan iddialar, kuşaklarımızın önünde bir vicdani azap sembolü gibi duran hezimetin ağırlığını ortadan kaldırmaya yetmiyordu.

Ne olmuştu?

Kim nerede hata yapmıştı?

Hata teoride miydi? Yoksa “kullanım kılavuzu” yanlış mı okunmuş, mekanizma yanlış mı harekete geçirilmişti?

1989 yılıydı!

Yıllardır Avrupa’yı ikiye ayıran duvarın öbür yakasında, sosyalist bir ülkede devam eden hayatın ardından Maria ile birlikte külüstür Skoda’mıza binip önce Almanya’ya ardından da İsviçre ve Fransa’ya gitmiştik.

Fransız  devriminin 200. yılı şenliklerine denk gelmiştik. Cemal Kral’ın ev sahipliğinde yıllardır görmediğim eski dostlarımı görüyordum.

Bir gün Seine nehri kıyısında şarap yudumlayarak geçen bir ikindi vakti sohbetini çok iyi hatırlıyorum. O birkaç saati hafızama kazıyan kişi işte Ahmet Kaçmaz’dı.

Ahmet Kaçmaz’ı eşi Gültin ve yanındaki bir arkadaşlarını ilk kez görüyordum. Yine onlarla birlikte gelen Gönül Dinçer Taylan’ı ise iyi tanıyordum. Bu kadar “bizim kafadan” insan bir araya gelir de konu ne olur? Elbette siyaset!

Nasıl o noktaya geldik şimdi hatırlamıyorum, ama bir süre sonra Bulgaristan’daki Türklere yönelik zorla yaptırılmaya çalışılan isim değişikliği uygulamasını tartışmaya başladık. Ben bunun ne kadar büyük bir hata, hatta suç olduğunu ve şiddetle karşı çıkılması gerektiğini söylerken birden kendimi Kaçmaz’la büyük bir tartışmanın içinde bulmuştum. Diğerleri ihtiyatlaydı, ama suskunlukları bana hak verir türdendi.

Kaçmaz ise isim değiştirme konusunun karşı kampın propagandası olduğunu iddia ediyor, karşı çıkılırsa sosyalizmi gözden düşürmek isteyenlerin tezgahına düşüleceğini ileri sürüyordu.

“Ben tanıyorum Bulgaristan’ı” diyordu, “yok öyle bir şey! Oyun bu!”

“Nereden tanıyorsun?” diye sorunca “Kaç kere gidip geldim! O kadar dolaştım! Herkesle konuştum” falan dedi, ve ateş saçan gözlerinden soru sormamdan hiç de memnun olmadığı konusunda beni ikaz ettiği belliydi!

“Sosyalist ülkeler hakkında dışarıdan gelene gösterilen sadece reklam spotu, gerçek ise çok farklı” dediğimde ise artık kızgınlığını, kendine özgü fevriliğiyle açıkça dile getiren Kaçmaz vardı karşımda. Lafını esirgemeyen, net, ateşli tavrı aynı zamanda içten ve sempatikti.

Sosyalizmi tartışmaya başladık. Real sosyalizm denilen şeyin aslında ne olup ne olmadığını, ben orada yaşayan ve orada ekonomi ve uluslararası ilişkiler okuyan biri sıfatıyla anlatırken, o ise söz konusu rejimi tartışmasız savunmaya devam ediyordu.

Ve bunda çok samimiydi! O birkaç saat içinde kavga, darılma, barışma her şey vardı! Sonunda Seine rıhtımını ve çevredeki binaları kızıla boyayan gün batımında şaraplarımızı bitirip, tartışmaya henüz nokta koyamadığımız vedalaşma anında sarıldığımızda bana şöyle dedi:

“Bak, eğer bu dediklerin doğruysa, ben çok büyük bir hata içindeyim demektir! Eğer bunlar doğruysa, ben yanlışım! Bu böyleyse ben çok şeyi yanlış yaptım anlamına gelir! Göreceğiz”

Bir yıl içinde temelinde tuğla oynamaz sanılan Sovyetler Birliği ve sosyalist blok dağıldığında Kaçmaz ile aramızda geçen bu tartışma zaman zaman aklıma geldi. Onun nerede olduğunu bile bilmiyordum, ama geldiği son noktayı da merak ediyordum.

Ve aradan birkaç yıl daha geçtikten sonra yanıtımı aldım. Ahmet Kaçmaz memlekete geri dönmüştü. Güneyde bir kasabaya yerleşmişti, siyasetle uğraşmıyordu ve marjinal gazetelerden birinde bir demeç vermişti. Çöken sosyalizm ve nedenleri üzerine konuşuyordu:

“Ben sıradan biri değilim, Türkiye için önemli sol partilerden birine başkanlık yaptım! Bütün bunları benim zamanında görmem gerekirdi! Göremedim!” diyor ve çok net özeleştiri yapıyordu.

 Ahmet Kaçmaz sol yelpazede pek çok parti liderinin yapamadığını yaptı: Kendi sorumluluğunu üstlendi!

Ve bunun gereğini yerine getirdi!

Bakın çevrenize! Kaç kişi var bunu yapabilen?

Ahmet Kaçmaz’a bu demecinin ardından büyük saygı duymuştum.

Hayatımda tek bir kez karşılaştığım ve beni hayal kırıklığına uğratmayan ender insanlardandı.

Önce insan oldu, sonra siyasetçi! İnandığına sonuna kadar inandı, yanıldığında da ayağa kalkıp “yanlışmışım” diyebildi! Ve sustu!

Bu onu son ve gerçek tanıyışım oldu!

Keşke yine karşılaşabilseydik ve ben yine bir gün batımında şaraplarımızı yudumlarken bunları kendisine söyleyebilseydim.

Toprağı bol olsun!

Tarık Demirkan

2 thoughts on “Ben Ahmet Kaçmaz’ı üç kere tanıdım!

  1. Geri bildirim: Köşelerden Bir Demet (269)-Cavlı Çulfaz – DEMOKRASİ İÇİN BİRLİK DAYANIŞMA

  2. Tarık çok güzel bir yorum ve değerlendirme bu. Ben Nabi Yağcı için de aynı şeyi düşünüyorum. Teşekkürler.

    Beğen

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s