Soldan sağa, Annem, Dayım ve Teyzem.
Soyadlarıyla: Uğur Kardeşler.
Silik, hırpalanmış bir karede bana bakıyorlar.
Bu resmi hiç görmemiştim!
Yılların ötesinden bir “bayram armağanı” gibi çıkıp geliverdi bu fotoğraf.
İkinci Dünya savaşının son yılı olabilir, ya da 1946 veya 1947.
Çünkü annemin boynunda gerdanlığı var.
İrili ufaklı elmaslarla bezenmiş bu takı ona 1944’de evlendiğinde kocası tarafından verilmiş.
“Eyüplerin oğlu” Samim’e, yani babama vardığında!
18 yaşında, udunu, Singer dikiş makinesini ve çok sevdiği iki tavuğunu götürdüğü “koca evinde.
Fotoğrafta Annem, Dayım Teyzem.
“Nüfusçu” Hasan Efendi’nin ve Alifiye’nin çocukları.
70 küsur yıl öncesinden.
Canım annem, ilk çocuğunu, Gönül ablamı yeni doğurmuş. Hayata aradığı, beklediği yerine kavuşmuş bir güvenle ve kararlı bakıyor.
O günden 40 yıl sonra yüreğinin parçası oğlunun Kaf Dağının arkasına uçup, onu yıllarca göremeyeceğini bilmiyor.
Dayım, zavallı dayım!
Küçük bir Karadeniz kasabasında değil de, mesela Paris’te doğsa başarılı bir sanatçı olacağından emin olduğum genç.
Gözleri, daha sonra hayatında çok önemli bir yer tutacak olan fotoğraf makinesinde, pür dikkat.
Asla tatmin olmayan ve sonra içkiyle uyuşturacağı sanatçı ruhunu tutuşturuyor belki o körüklü sihirli makine.
Sevgili teyzem daha evlenmemiş.
Üç çocukla 28 yaşında dul kalacağını, bütün hayatını üç çocuğuna adayarak tek başına geçireceğini henüz bilmiyor.
Ben bugün o fotoğraftaki annemin babasından da yaşlıyım!
O fotoğraftaki ağaçlar çoktan kesildi!
O tahta perde çoktan yıkıldı!
Geri plandaki ev de!
Nüfusçu Hasan Efendi de yok, Alifiye de!
Eyüplerin oğlu Samim de!
Ve artık ne annem var, ne dayım, bu kareden sadece ne güzel ki, teyzem hayatta!
Eğer inansaydım “öteki dünyaya”, dua ederdim,
ve bir gün onları tekrar görebilecek olmakla teselli bulurdum.
Ama, bunun olmayacağını, onları tanımış olmakla yetinmek zorunda olduğumu biliyorum.
Ve de çocuğuma onların anılarını anlattığımı ve hep anlatacağımı da!
Bu zincir böyle devam edecek.
İzlerini taşıyorum elbette onların.
Yüzüme, bedenime ruhuma şekil veren izler, genetik kodlarıyla içimde ve kızımda mevcut.
Peki teyzemin, her şeye rağmen bitmek tükenmek bilmeyen hayat sevgisi ve neşesi?
Dayımın, hayatı ona cehennem eden sığ görüşlü çevresine karşın vaz geçmediği “güzellik”,
yani sanat tutkusu?
Annemin kardeşlerine, sevdiklerine ne olursa olsun, yüz asmayan sadeliği?
Bir zamanlar bunlara aptallık der geçerdim!
Şimdi artık bilgelik diyorum.
Hayat işte…
Tarık Demirkan