Diğer / Makaleler

“Kontrollü” darbe ve kontrollü toplum

 

çizim: Ádám Lévai

 

“Kontrollü darbe” iddiası ortaya atıldı ya, Türkiye’de yine pek çokları pro kontra töhmet altında kaldı.

Birileri de iddiayı ortaya atan Kılıçdaroğlu’na yüklenmiş.

Sen “havaalanında darbe gecesi karşı çıksaydın, şimdi kahramandın, o gece fırsatı kaçırdın, şimdi konuşma” diyor mealen aktarımla.

Kılıçdaroğlu’nun kapalı havaalanına girip girmediği, girmişse bunu nasıl başardığı bu iddiayı ortaya atanlarca açıklanmayan bir muamma tabi.

CHP liderini ve onun şahsında CHP’ye egemen olan çizgiyi hiç tutmam.

Hem Kılıçdaroğlu ve hem de CHP’de egemen olan strateji tam sembolik bir devekuşu!

Yani, ne kuş ne deve olabiliyorlar.

Ne dedi Kılıçdaroğlu? “Bu kontrollü bir darbe girişimi!”

Peki, madem böyle, o zaman ne işin vardı darbe girişimini mahkûm eden ortak mitingde?

Kılıçdaroğlu’nun ve CHP’nin eksikliklerini ve hele tutarsızlıklarını sıralamaya çalışsak Meydan Laorusse kalınlığında bir kitap olur bu makale.

Ama şimdi konu CHP değil, ortaya atılan bu iddia.

Bu “kontrollü” bir darbe miydi?

Bu konuda yüzde yüz “evet” ya da “hayır” diyebileceğimiz bilgilere asla ulaşamayacağımızı düşünüyorum.

Bunun nedeni sadece bu büyük oyunun aktörlerinin ve hele geri plandaki “toplum mühendislerinin” uyguladıkları senaryoların tam olarak bilinmemesi değil.

Aynı zamanda bir dönem simbiyoz bir yaşam içinde olan tarafların iç içe geçmişliği nedeniyle oyun içinde oyun, senaryo içinde senaryo ihtimalinin yüksek olmasından doğuyor bu bilgi kirliliği.

Bu nedenle de sadece mantık yürütmek zorunda kalıyoruz.

Mantık üzerinden, hem ulusal ve hem de uluslararası tarafların çıkarları üzerinden, geçmişteki deneyimler üzerinden sonuca varmaya gayret ediyoruz.

Cemaatin neredeyse hücre usulü örgütlenmeyle devlet içinde bir yapılanma amaçladığı bir sır mıydı?

Fethullah Gülen cemaatinin kadro eğitimi ve cemaate sadık kadroları ordu, polis, yargı gibi kilit noktalara yerleştirmek istediği olgusu sağır sultanın bildiği bir amaçtı.

Hem de AKP iktidarlarından çok önce bilinen ve “devletin” en temel reflekslerini sürekli harekete geçiren bir “sızıntı” idi bu.

Bu noktada, bu kadroları ordunun belinin kırılması için kotarılan komplo davalar sürecinde adalet ve güvenlik sisteminin kilit noktalarına yerleştiren AKP hükümetinin daha sonra  “bunlar bizden gizli paralel yapı oluşturmuşlar yahu” diye yakınması doğal olarak kabul edilebilecek bir tez değil.

AKP kurmayları daha sonra “FETÖ Terör Örgütü” ilan edilen “kardeş cemaatin” devlete sızmak istediğini bal gibi biliyorlardı.

Ama darbe geleneğini yaşatan, “ulusal devletin” temel reflekslerini hayata geçiren merkezlerin, gerekirse yalan dolan ve iftiralarla ortadan kaldırılmasında onlara ihtiyaç vardı.

Bu nedenle de bir yandan bu kadrolardan yararlanırken diğer yandan da bu “sızıntıyı” tüm ayrıntılarıyla kayıt altına almış olmaları mantıklıdır.

Darbe girişimi sonrası birkaç gün içinde on binlere varan bir tasfiye listesinin açıklanması da bu tezi doğruluyor.

Benim görüşüm bu dönemin gizli de olsa karşılıklı bir cepheleşmeyle ve hazırlıkla geçtiğidir.

Hazırlık son hesaplaşma hazırlığıdır.

Yani, mantıki olan, bu dönemde cemaat devlete sızarken devletin de AKP’ye en sadık organları vasıtasıyla Cemaate sızmış olması ihtimalidir.

O dönemde kimin elinin kimin cebinde olduğunun ortaya çıkarılması bugün artık çok zor.

Yerli ve yabancı istihbarat örgütlerinin kapışma sürecinde, “Suriye’ye 4 adam gönderip Türkiye’ye 8 füze attırdık mı tamamdır” diye stratejik hesaplar yapabilen bir milli istihbarat kurumunun olası bir darbe sürecinde neler yapabileceğinin düşünülmesini herkesin hayal gücüne bırakıyorum.

Bir damla deniz suyunun, denizin tüm niteliklerini taşıması gibi işte 15 Temmuz darbe girişimi de bu bulanık ortamın tüm özelliklerini içeren bir girişimdi.

Kanımca ne darbenin başlatılmasında, ne yönetilmesinde ve ne de bastırılmasında tek bir iradenin, tek bir stratejinin ve tek bir örgütün izi vardır.

Ben bu nedenle 15 Temmuz darbe girişimini “ava gidenlerin avlandığı” bir eylem olarak görüyorum.

Bu karanlık ilişkileri hissettirmek için tek bir soru soralım: darbe girişiminin en esrarengiz figürlerinden biri olan Adil Öksüz gerçekte kimin adamıydı?

FETÖ teşkilatının önde gelen operasyoncusu mu?

CIA’nın organizasyonuyla o kademeye yükseltilmiş bir kadro mu?

Yoksa MİT’in karşı operasyonuyla teşkilat içinde ikili oynayan bir özel harekâtçı mı?

Sonuçları itibarıyla bakıldığında her üç ihtimal de gerçek olabilir.

Bugün sorun aslında bu karmaşık ilişkiler ağı içinde o günlerde kimin nerede durduğu değil.

Darbeye karşı olup olmamak ta değil.

Bugün artık Türkiye’de gerçek anlamda darbe yanlısının kalmadığını düşünüyorum.

Ancak askeri bir darbeye karşı olmak yetmiyor!

Darbe karşıtı olmak demokrat olmanın olmazsa olmazı, ama maalesef yeterli koşulu değil.

Bugün mesele ülkede OHAL’in uygulanması!

Mesele devlet yapılanması içinde yetkilerin tehlikeli bir şekilde tek elde toplanması!

Mesele ulusal basının tam manasıyla susturulması!

Milli güvenlik adına tüm hak ve özgürlüklerin askıya alınmasının “muhalefet” tarafından da de facto kabul edilmesi.

Ve gelecek açısından asıl tehlike şeffaflık ve demokrasi taleplerinin artık ülkenin sol ve özgürlükçü kesimleri tarafından bile çok anılmaması.

Başkanlık sistemine giderken Türkiye sis duman!

Bu ortamda şüpheciliği elden bırakmadan gerçeklerin ortaya çıkması için taleplerde ısrarcı olmak lazım.

Türkiye’nin geleceğinin bugün önümüzde görünen kavşaklardan geçerek şekillenmemesi gerektiğini düşünüyorum.

Başka ihtimaller, başka yönelişler de mümkün olamalı.

Yeni stratejiler, yeni görüşler yeni umutlar lazım bize.

 

Tarık Demirkan

5 Nisan 2017

 

 

 

 

 

 

 

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s