“Attila ve Hunlar” Macar tarihçi Gyula Németh’in en önemli eserlerinden biri.
Yıllar yıllar önce bu kitabı okuduğumda ilk aklıma gelen “Türkçe’ye çevrilmeli” olmuştu.
Ardından çevirimle doksanlı yılların ortalarında kitap Yapı Kredi Yayınlarından yayınlandı.
Ancak beklediğim ilgiyi görmedi.
Entelektüel sığlığın, düşünce fakirliğinin güçlü olduğu bu topraklarda insanlar bilgi sahibi olmadan yargı sahibi olabileceklerini düşündüklerinden okumaya ve hele araştırmaya olan ilgi azdı.
İşin acısı, bu dar görüşlülük “milliyetçi” “toplumcu” ya da “İslamcı” ideolojilere bağlı bir olay da değildi.
Köklü önyargılar her üç kampta da fazlasıyla mevcuttu.
Tarihe de herkes sadece kendi “meşrebine” göre bakar, kendi doğrusunu onaylatabilmek açısından geçmişi süzerdi
Oysa dünü “olduğu gibi” yani makyajsız haliyle anlamadan bugünü kavramak ve hele yarını öngörmek mümkün mü?
Türk halkının iki bin yıl önce “yanında getirdiği” sonra da “İslam” ve “Anadolu kültürüyle” yoğurduğu kültürün nüvelerini, mesela Hunlarda da bulmak mümkün.
Bugün Türk halkı elbette bin beş yüz yıl önce Asya’dan yola çıkan kavimlerden çok farklı.
Ancak değişmeyen bazı şeyler var ki, bu “derin kimliklerin” geçmişteki izlerini sürmek “bugünü” anlamamızı kolaylaştırıyor.
Mesela, T’ou-Man’ın (Teoman) oğlu Mao-Tun’a (Mete) ait bir öykü:
“… Komşu Tunguklar T’ou-Man’ın öldüğünü duyunca eçiler gönderip eski hükümdarın on bin fersah koşabilen atını istediler. Bilgeleri Mao-Tun’a bu isteği reddetmesini söylediler. Ama o şöyle dedi
– Siz bir ata iyi bir komşuluktan daha fazla mı değer veriyorsunuz?
Tunguklar bu işe çok sevindiler. Artık daha ileri gidebilirlerdi. Bu kez de Hünkarın eşlerinden birini istediler. Bilgeler yine karşı çıktılar Tungukların bu küstahlığına.
Ama Mao-Tun:
Siz bir eşe iyi bir komşuluktan daha fazla mı değer veriyorsunuz? Dedi. Ve Tungukların isteğini gerçekleştirdi.
Bundan sonra Tungukların elçileri üçüncü defa geldiler.
Bu kez iki ülke arasında kimseye ait olmayan bir toprak parçasını istiyorlardı.. Mao-Tun’un bilgeleri bu kez tereddüt içindeydiler. Sonuçta kimsenin yaşamadığı, kullanmadığı bir bölgeydi burası. Komşu devletin mülkü olsa ne olurdu? Ama Mao-Tun bilgelerinin bu akıl yürütmesini duyunca çok kızdı:
– Toprak mı? Toprağı, ülkenin temelini mi istiyorsunuz? Asla!
Doğru karar veremeyen bilgelerini idam ettirdi. Atına atladı ve ordularının önüne geçip komşu Tungukların üzerine yürüdü.
İşte Türküler bunu anlatıyor…” (s.33)
“At, avrat, silah, ama en önemlisi de toprak” ağırlığını Türk boylarının oluşturduğu bozkır kavimlerinin neredeyse genlerine işleyen değerler.
Buna bir de Anadolu’da İslam eklenmiş.
Bu değerleri kabul etmekte, ya da reddetmekte birey olarak özgürüz elbet.
Ancak Bozkır kavimlerinin “etno sosyolojik değer haritasını” öğrenmeden, sözlerimiz boşlukta uçan temennilerden başka bir şey olamaz.
Bu kitap bu konuda çok değerli bilgiler içeriyor. Hunların efsanelerini, devlet kültürlerini, toplumsal hayatlarını, hayata bakışlarını, konuştukları lisanı ele alıyor.
Elbette bunlar matematiksel bilgiler değil. Sonuçta bir Roma İmparatorluğu gibi, sehirleşmiş, yazılı kayıtları, abideleri olan bir halktan bahsetmiyoruz.
Ancak sözel, türkülerle, efsanelerle nesilden nesle aktarılan bilgilerin yanı sıra, tarihçi ve bilim adamlarının diğer kalıntılardan dolaylı olarak süzdükleri nesnel bilgiler bizi adım adım bir başka uygarlığa götürüyor.
Ve karşımızda “Hun İmparatorluğu” şekilleniyor.
Ve “Tanrının kırbacı Attila” önümüzde ete kemiğe büründüğünde, pek çok özelliğinin tanıdık olduğunu fark ediyoruz.
Kitap, merkezi Konya’da olan “Kömen Yayınları” tarafından yeniden basıldı.
Tarık Demirkan
1 Haziran 2016