Şöyle bir haber vardı gazetelerde: AKP Adalar Gençlik Teşkilatı başkanı, R.T. Erdoğan’ın “dudağının değdiği” bardağı peçeteyle korumaya alıp saklamış. Sonra da Twitter hesabından yayınlamış.
Masum gibi görünen ve çocukça bir işle karşılaştığımızda yaptığımız gibi, aslında sadece bir tebessüm hak eden bu vaka, diğer yandan Türkiye’ye tutulan bir ayna gibi.
Yani aslında ülkede asıl mesele R.T. Erdoğan değil, “şeyh uçmaz müritleri uçurur” atasözünün altında yatan gerçek.
Bizim insanlarımızın “lidere”, “öndere”, “başkana”, “reise” ve hatta “muhtara”, yani herkesin hiyerarşide kendisinden üstte olan kişinin otoritesine karşı hayranlık ve ürküntü karışımı bir duyguyla yaklaşması gerçeği.
En alttaki mahalle muhtarından en üstteki reis-i cumhura doğru aşama aşama giderken, otorite karşısında duyulan “tapınma ve eziklik” de elbette yoğunlaşıyor.
En üstteki lider ne kadar büyük saraylarda oturursa;
Ne kadar çok korumayla gezerse;
Ne kadar sayısız aracın katıldığı konvoylarla bir yerden bir yere giderse;
Ne kadar çok güç gösterisinde bulunursa;
Ne kadar çok dünya liderine “dayılanırsa”, halk tarafından o kadar yarı tanrılaştırılıyor.
Kişiye tapınma duygusu elbette RTE zamanında çıkmadı ortaya.
Osmanlı dönemlerinden kalan “padişahların ilahi dokunmazlığı”ndan “Büyük Önder’e adanan Atam Sen Kalk Ben Yatam” şiirlerine kadar her şeyde kendini bulan “lidere karşı sivil vatandaşın hiçliği” duygusu bu toplumun çoğunluğunun değişmez bir gerçeği.
Kabul edelim ki, Erdoğan XX. Yüzyıl Türkiye Cumhuriyeti siyasetçileri arasında halkın çoğunluğuna en yakın lider.
Kendi geldiği yer de orası çünkü.
Kendi düşünceleri, kafasındaki “Türkiye gerçeği”, ve “Türk insanı” hakkındaki varsayımları, bizim insanlarımızın çoğunluğunun kafasındakilerle örtüşüyor.
Onun kendini en iyi muhtarlarla birlikteyken hissetmesi gayet doğal, frekansları aynı çünkü.
Tek “suçu” bu toplumun yazılı olmayan yasalarının püf noktalarını iyi bilmesi ve bunları acımasızca kendi (şahsi, parti ya da ideolojik) çıkarları için kullanıyor olması.
İcraatında “yasal” olmayan pek çok şeyin ahali nezdinde “meşru” görülmesi gerçeğinin gerisinde ne olduğunu iyi biliyor.
Adımlarını atarken hesabını da, cumhurbaşkanı olarak en üst düzeyde kendisinin temsil ettiği “anayasa ve yasalara” göre değil, halkın kafasındaki “kağıda dökülmemiş kanunlara” göre yapıyor.
Bunu yaparken herhangi bir vicdan azabı duyduğunu da sanmıyorum. Bu hakkı kendinde görüyor. Çünkü Türk insanının dokusuna işleyen “lidere tapınma” özelliğinin farkında.
Kendisi de öyle düşünüyor çünkü.
Gençlik yıllarının şeyhinin, mensup olduğu partinin liderinin önünde nasıl diz kırıp, nasıl saygıyla oturduğunu fotoğraflardan da hatırlıyoruz.
Ve artık kendisini de “Usta ve Lider” olarak görüyor.
Önemli olanın “lider imajının” beslenmesi büyütülmesi olduğunu biliyor.
O, insanları iyi tanıyor.
Yani Türkiye’deki asıl sorun, uzun vadede “Erdoğan” değil, Erdoğan’a “dokunulmaz lider” sıfatını layık gören Türk insanının bu özelliği.
Neden böyleyiz biz?
Belki doğu insanının kaderciliği;
Belki rasyonellik yerine mistik ve duygusal açıklamalara yatkınlık;
Belki islamın her türlü reformu reddeden katı muhafazakar yapısı;
Ve belki de göçebelikten genlerimize işleyen; bozkır halklarının, acımasız doğa ve gaddar düşman kavimler karşısında hayatta kalabilme koşulunun otorite ve lider önünde sorgusuz sualsiz boyun eğmek olduğu gerçeği.
Cumhuriyet döneminin aydınlanmaya büyük hizmet eden eğitim sistemi, insanların bilincinin derinliklerine işleyen bu düşüncelerin değişmesi yolunda önemli kazanımlar sağlamıştı.
Ama görünen o ki Türkiye’nin sarkacı AKP ile artık doğuya döndü. Ve biliyoruz ki Doğu bu düşüncelerin daha da yaygınlaşması ve güçlenmesi için bereketli toprak demek.
Artık önemli olan Erdoğan’ın şahsı değil, sarkacın bu salınımı.
Erdoğan er geç gidecek.
Bu dünya Sultan Süleyman’a kalmadı.
Ama acaba o sarkacı geri çevirmeye çağdaş Türkiye’nin gücü yetecek mi?
(Sendika.org 29 Şubat 2016)